User:Efendikole

From Wikipedia, the free encyclopedia

geri gelen mektup[edit]

rahmetli dedemin 75 yaşında başına iş açmış mektuptur. şöyle ki kendisi ölümüne 5 yıl kala evlencem diye tutturup eski arkadaşlarından olan ve arasıra görüştüğü mahpeyker teyzeye aşk mektubu yazmış, zarfın arkasına mektup yerine gitmezse geri gelsin diye kendisiyle aynı apartmanda oturan bizim adresimizi yazmış. neyse bu mektup yerine ulaşmadı, sanırım dedem mektubun gideceği adresi gitmezse döneceği adres kadar net yazmamış ki mektup onca yoldan sonra kaderini bizim posta kutusunda sonlandırdı. babamın o mektubu zevkle açıp dedemle ta dedem ölene kadar taşak geçmesini annem, kardeşim ve o sıralar 8 yaşında olan ben dehşet içinde izledik. mektupta ne mi yazıyordu? 2011 versiyon çevirisini yapıcam;

"mahpeyker hanım, size uzun zamandır meyillyim, eğer siz de bana meyilliyseniz bu meylin ateşini evlilikle coşturalım"

ah dedem ah, ne mana bizim evin adresini yazdın mektup kaybolursa geri dönsün diye... kaybolsa daha iyiydi...

(kalinixta agapi mou, 07.03.2011 01:41)

geri gelen mektup(suser)[edit]

sözlükteki hain ve vatansız puştlarına paratoner vazifesi gören yazar

(geri gelen mektup, 14.05.2011 23:08)

sözlük çitoslarının nickinin altına yazmasına aksine çok sevinen yazar. çitos lan onlar, sevimli mi sevimli ürkek güvercinlerim onlar benim.

(geri gelen mektup, 15.05.2011 08:40)

nickaltı[edit]

okuduğu entrylerin sahiplerine sikmekli sokmaklı sülaleli falan mesajlar atan yazar. üzerinde taşıdığını düşündüğü ideolojilere bu şekilde katkıda bulunmayı seçmiş. enteresan.

(princess carya, 14.05.2011 20:50)

kendisi canı sıkıldıkça bana mesaj atıyor. annemin falan mehmetçikler tarafından sikildiğini söylüyor adkfjgklff yalnız kendisine anlatamadım bi türlü; sikmek benim için bir üstünlük olmadığı gibi anneliğe kutsallık da yükleyen biri değilim. yani umrumda bile değil ettiği küfürler. tanrılara bin şükür ki hiçbir zaman cinsiyetçi ve milliyetçi bir gerizekalı olmadım. alay edip güldükçe sinirleri daha da bozuluyor muhtemelen ama napiyim, ben de faşolarla böyle eğlenmekten hoşlanıyorum bebeyim.

(yazaryan, 17.05.2011 21:53)


golden state warrior[edit]

2010 yılında polisin öğrencilere saldırmasını haklı bulan bir polis çocuğu. ilgili tweet'leri şöyleymiş, bunları özetleyen güzel bir entry var:

özürüne benden “yetmez ama evet”.

kendisini bu hafta akif beki’den de eyüp can sağlık’tan da itici buldum. mümtaz’er türköne ile çekişir. engin ardıç’a yetişmesi çok zor.

bu saydığım isimler polisi savunacak cümleleri “polis aşırı şiddet kullandı ama...” ön koşulu ile dizdiler. efkan bucak ise “bu ülkede adam olana, adam gibi davranana hiçbir şey olmaz. tamam mı? anladınız siz beni.” diye girdi lafa. polislerin suçunun olmadığını ön koşullayarak girdi. sadece şiddet yapmaları muhtemel diye dayak yiyen öğrenciler için “'protestocu' maskesi altındaki anarşistleri, vandalları savunmaya devam edin siz, aferin...” dedi. “yolu kapat, araba yak, çevreye saldır, kamu düzenini boz, sonra ‘özgürlük, demokrasi, eşitlik’ de. herkes seni savunsun. oh ne ala!” dedi bu eylemlerin hiçbiri gerçekleşmemiş olmasına rağmen.

şimdi bu cümlelerin hangi biri için özür dilediğini söylemesi lazım. “evet, adam gibi davrananlar da dayak yiyormuş, ben yanılmışım” mı diyecek? “kimse yol kapatıp, araba yakmamış, çevreye saldırmamış, kamu düzenini bozmamış, pardon” mu diyecek, yoksa “bunlar anayasal haklarını kullanmaya çalışan insanlarmış sadece, anarşist olabilirler belki ama vandal değiller” mi diyecek, bunu açıklaması lazım.

özür diledin ama ne için diledin belli değil yoksa.

(molosztash, 09.12.2010 08:58)

özgür mumcu'nun bir kelimesini ödünç alarak belirtmek gerekirse kendisi açık unutulmuş bir gestapo radyosudur.


anakronik nedir?


murart belge

Bu hükümetten beklentim kalmadı artık


RADİKAL – EZGİ BAŞARAN – RÖPORTAJ

Murat Belge: Askerle mücadele demokrasiden çok, AKP iktidarını güçlendirdi… Yine kısmi, kendine yontan bir anayasa olacak.

12 Haziran gecesi, sonuçlar belli olduktan sonraki ruh halinizi anlatır mısınız? 13 Haziran’da uyandığımda hayatımdan memnundum. Seçim sonuçları zaten tahminlerime yakındı. Demek ki yanılmamıştım, içim rahattı. Hem de seçilenler ve seçilme oranlarıyla ilgili çok şikâyet edeceğim ortam yoktu ortada.

Öyle mi? Kendi perspektifime göre evet. Fakat 70’ine yakın bir Türk olarak memnuniyetimin uzun süremeyeceğini de biliyordum. Yani bayağı uzun zamandır Türk olduğum için “Benim istediğim şeyler bu ülkede olmaz” diye de peşin hükmüm vardı. Zaten 3 gün sonra haklı çıktım. Baktım BDP ve AKP dövüşmekteler. Ve şu anda tehlikeli bir bıçak sırtında dolaştığımızı görüyorum.

Bu sizde usanç mı yaratıyor? Hem de nasıl. Burada hiçbir şey olmaz ruh haline giriyorum. 40 sene önce nasıldı hayat diye baktığımda; hep aynı monoton sorunlar içinde döndüğümüzü görüyorum. Sorunlar aynı, sorunlara reaksiyon biçimleri aynı, insanların birbirini suçlama şekilleri aynı…

Ama sizin yazılarınızdan çıkardığım his, son 8 yıl AK Parti hükümetinin büyük değişimlere imza attığı yönündeydi… Var tabii değişim.

Hayatımıza mı yansımıyor, nedir? Yansıyor, mesela şimdiye kadar bir darbe olması gerekiyordu, olmadı. Ama zaten başından beri üzerinde itişip kakıştığımız sorunlar diş doldurur cinsten değil. 20 sene X sorunuyla uğraşmak gerekmezdi. Zaman kaybeden bir toplumuz biz. X ne mesela, askeri vesayet ise diş doldurur bir sorun değil mi? X asker sorunu değil. Asker sorunu A. Yani alfabenin başı.

Peki asker sorununu çözdük mü? Daha çözemedik. AKP iktidarıyla önemli değişiklikler geldi ama asker sorunu hayatımıza sinmiş. Şu anda askerle uğraşan, askeri gerileten AKP de onun kurduğu iklimde serpildiği için bir aşamaya geldiğinde askeri iklimin meyvelerini yemeye başlıyor.

Biraz açar mısınız? Mesela bu iklimden nasıl etkilendiğini görmek için AKP’nin Kürt veya Ermeni sorununa bakışını ele almanız yeter.

Her sorunun kaynağı asker mi? Evet. Askerin yaratmamış olduğu bir sorunumuz yok. Kendi kendimize sorun yaratmaya fırsat bulamamış bir halkız.

AKP kazandı AK Parti bu en temel sorun olarak gördüğünüz askerle mücadelesinde ne kadar samimi sizce? Son seçim kampanyasında AKP cenahından ve Başbakan Erdoğan’dan duyduklarım çerçevesinde çıkardığımı söyleyeyim: Bu söylediğin mücadelenin sonucunda Türkiye demokrasisinden çok, AKP iktidarı için kazanımlar oldu.

Yine de demokrasiye de fayda sağlamıştır… Elbette askeri vesayet kurumlarının geriletilmesi son tahlilde demokrasiye yaradı ama bunun sınırı AKP’nin rahatça iktidar olabileceği ve rahatça iktidar edebileceği bir ortamın yaratılmasına kadardı.

Hangi söylemlerden çıkardınız bunu? Tek tek bir şey söyleyemem, toplam izlenim bu. Kürtler, Ermeniler hakkında söylediklerini bir araya getirdiğimde temelinde oldukça muhafazakâr Müslüman bakışı olan, hatta herhangi bir Müslüman aile babasının memleket meseleleri hakkında konuştuğunda söyleyebileceği, “İnsanlar içmemeli, devlet tedbir almalı” filan gibi şeyleri içinde barındıran bir portre çıkıyor. Ama bu yüzden onları suçlayamam. Muhafazakâr olma hakları var. Türkiye öyle tuhaf ki, birinin muhafazakâr olması için önce devrim yapması gerekiyordu. Ki onlar da onu yaptı.

Ne devrimi yaptılar? Askeri geriletme meselesi bayağı devrim. Muvazzaf orgeneral, savcı tarafından sorgulanıyor ve tutuklanıyorsa…

Savcı bunu iktidar desteği olmadan yapamaz mı diyorsunuz? İktidar ne kadar destekliyor bilmiyorum ama tüm bunlar sonuç olarak iktidarda bu parti olduğu için oluyor. Herhalde CHP’nin iktidarında böyle birşey düşünülemezdi. Başbakan olaylara Müslüman bir aile babası olarak yaklaşıyorsa, ondan büyük demokratik adımlar beklemek baştan haksızlık olmuş öyleyse… Ben baştan da başka bir şey beklememiştim. Benim için önemli olan bu hükümet ya da AKP değil, onlara oy veren, sırtında taşıyan, kendisini “Ben Müslümanım” diye tanımlayan kitlenin tutumu. Bu hükümetin “Tamam artık ben yapacağımı yaptım, muhafazakâr olma hakkım var” dediği noktada, o kitlenin artık onun yanında durmayacağını düşünüyorum.

Demokrasinin sigortası o kitle mi size göre? Aldı-verdi meselesi olarak söylemiyorum ama ben bir komünist olarak “Ya bu kız başına bez bağladı diye nasıl almazsınız üniversiteye” diye bağırdımsa, o kızlardan da 50 bin tane varsa, onların bir 30 bin filan benim başıma bir şey geldiğinde “Bu iyi bir adamdı, niye böyle davranıyorsunuz” diyeceğine dair ümidim var.

Hopa’da biber gazından Metin Lokumcu ölüyorsa, öğrenciler parasız eğitim pankartı açtı diye hapse düşüyorsa, tutuklu gazeteci sayısı her gün artıyorsa ve bunlar seçim sonuçlarına hiç yansımadıysa… Bana da o ümitten aşılayabilir misiniz? Seni muhtemelen rahatlatamam.

Yani kitlelerin kararlarını özgürlükler değil de, hastanede parasız tedavi görebilmek belirlemiyor mu? Marksizmden geçtiysek, biliyorsun ki ekonomik temel üstyapıyı belirler. Yani biri bedavaya ameliyat oluyorsa, bazı özgürlükler de olmayıversin diyebilir. Hakikaten de toplumlar böyle işler. Ama ülkedeki polis despotizmi hep vardı. Yalnız Hopa’daki gariban adamın bu kadar heyecanlanacağı bir durum yoktu. Biraz da yapay olarak pompalanan, ucu Ergenekon’a uzanan bir gerginlikti.

Hopa olayı Emekli öğretmen Metin Lokumcu’yu Ergenekon’a mı bağladınız? Kendisini değil ama onun bir çevresi var, çevresinin çevresi var. Toplumda her şey böyle olur. O kişiyle sınırlı değil. Bir bakana yumurta atan öğrencileri düşün… Niçin darbeler iyidir diyen Süheyl Batum’a atmıyorlar?

Siz de mi Başbakan gibi öğrenci protestolarının arkasında başka birşey arıyorsunuz? Öyle düşünüyorum evet. Çünkü Tan gençliğinden itibaren böyle bir gelenek var. Eğitimle yapıyoruz bunu. Türkiye’de faşizm aileden değil eğitimden gelir. 68’den beri ben bu hareketlerin içinden geldiğim için biliyorum.

Parasız eğitim pankartı açan öğrenciler hâlâ hapiste… Akla hayale gelecek birşey değil tabii bu. Ben sonuna kadar tartışabilirim, “Senin parasız eğitimden kastın ne” diye ama konu bu değil elbette. Pankart açtı ya da kafasında bu düşünce var diye biri hapse atılabilir mi?

Bunlar moralinizi bozmuyor mu? Bozuyor. Zaten ben bu hükümetten pek bir şey beklemiyorum artık.

Ama daha sivil anayasa yapılacak? Dediğim çerçevede yapılacak. Yani kendilerinin iktidar olması neyi gerektiriyorsa onunla yetinecekler. Başbakan’ın milliyetçi söylemiyle ilgili, “MHP’yi barajın altında tutmak için böyle konuşuyor” diyenler oldu. Olabilir ama bence Başbakan kendisinin aklından geçirmediği bir şeyi politika için söyleyecek biri değil. Dolayısıyla bütün sözlerini hep kafasının bir yerinde olan ama şimdi dile getirdiği şeyler olarak algıladım ve bende bitti. Yani seçimde bütün bu geçmişten ötürü yine AKP’ye oy verecek bir kafadaydım. Ama seçim sabahı uyandığımda AKP’ye oy veremeyeceğimi hissettim. Ve oy kullanmadım.

AKP’den başka alternatif yok muydu kafanızda? “Yetmez ama evetçiler ölen adamların ölümünden sorumludur” diyen Sırrı’ya, arkadaşım olduğu halde oy verecek halim kalmamıştı.

Peki yeni anayasayla ilgili Kürt sorununun çözülmesi, devletin sırtımızdan düşmesi gibi beklentileriniz yok mu? Öyle bir zihniyet görmüyorum işte, derdim o. Yine çok kısmi, yine nalıncı keseri kendine yontan bir anayasa olacağı kanısındayım. Eğer hepten bu anayasa yapımı rafa kalkmazsa tabii.

Kürtler düğmeleri ilikli siyaset yapmalı Size göre muhalifin tanımı nedir? Türkiye’de muhalif bir türlü olunamaz çünkü muhalefet için akıl, fikir, eğitim lazım. Ama eğitim de bizi mutlaka Kemalizm’e bağlar. Kemalizm meselesi bugün gelinen noktada çok anakronik oldu. Hep anakronikti ama Soğuk Savaş ortamında bazı anakronik şeyler birinin işine geliyordu ve ona destek veriliyordu. Sovyetler Birliği “Kim Il-Sung’u desteklemek lazım” dediğinde, ABD de “Bizim Kemalist çocuklar iyidir” diyordu. Ama şartlar değiştiğinde elbise sandığımız anakronizmimizin çıplaklık olduğu anlaşıldı. Bunun en kıymetli sonucu da ABD’nin “Darbe yapmayın, yaparsanız da bizden yardım beklemeyin” demesi oldu. Onun için yapamıyorlar. AKP bu anakronik sistemin kendine yarayacak kadarını çözdü.

AK Parti’nin yeni bir müesses nizam ve statüko kurduğu eleştirisine katılıyor musunuz? Şimdiye kadar biz bir ucunda ordunun olduğu düzenle mücadele ettik. Bundan böyle bir siyasi parti var. Hegemonya veya diktatörlük kurmaya çalışabileceği, muhtemelen çalışacağı bir düzen bu da. Ama sonuç olarak bu bir siyasi parti, silahlı kuvvetler değil.

BDP ne yapıyor? Baskının sadece el değiştirmesi gibi olmuyor mu bu? Ama demek ki değişebiliyor. Değiştireceğim diye bir irade gösterdiğin zaman olabiliyor. 60’taki darbeden sonra ilk yapılan seçimde Yeni Türkiye Partisi ve Adalet Partisi’nin oyları darbeye karşı verilmiştir. 12 Mart’tan sonra Ecevit’e, 80’den sonra Özal’a verilen oylar da öyle. Yani bu toplum darbe sevmiyor. Ve buna direnç göstermek için elitler arasında bula bula bir AKP’yi bulmuş. Başka da yok. Bir de belki BDP var ama ben onların da ne yaptığını anlamış değilim.

BDP’nin Meclis’i boykot etmesini mi söylüyorsunuz? Boykot bir stratejinin parçası. O stratejinin kendisiyle barışık değilim. Bugün AKP’ye göre biçimlenen Kürt politikasını doğru bulmuyorum. Öcalan muhatap olarak devlet görmeye alışık ve hükümeti ciddiye almıyor. Onlar da Öcalan’ı adam yerine koymuyor. Türkiye’de, ne devlette, ne askerde, ne de hükümetlerde “Kürt sorununun çözüm adımlarını Öcalan’dan başlatalım” diye bir anlayış yok. O yüzden bu hükümet de bütün o yaptığı değişimlere rağmen sonuçta Erbakan’ın hareketinden kopmuş bir parti gibi davranıyor. “Kürtlerle PKK’yı ayıralım, Kürtler bizim kardeşimiz, onları Müslümanlık’la hallederiz” fikrinde. Kürtlerin de çoğu onurlu adamlar, böyle bir şey istemiyorlar.

Boykot da o onurlu duruşun bir parçası değil mi? Tamam ama siyaset yapıyoruz. Türkiye gibi engebeli arazide sen bir Kürt olarak siyaset yapıyorsan dostunu düşmanını seçmek zorundasın. Türkler her zamanki laubalilikleriyle, hatta pijamalarıyla siyaset yapabilirler. Ama Kürtler bütün düğmeleri ilikli, disiplin içinde doğru kararlar vermek zorundadır. Bunu katiyen yapmıyorlar. Sonuçta iş Apo’da kilitleniyor. O da karşısında Genelkurmay Başkanı’nı görmek istiyor. Zaten devletin ezmek istediği bir hükümetle bir anlaşmaya varılacağına inanmıyor çünkü.

4 Temmuz 2011 URL: http://cerideimulkiye.com/?p=6638

*

Sırrı'nın cevabı

Kaybedilmiş bir seçmen olarak Murat Belge ve çevresinin çevresi 06/07/2011 11:19 Yazı Boyutu

'Ak Parti'den ümidi kesmişsiniz, kesmeyin! Onlar sizden ümitli.'

SIRRI SÜREYYA ÖNDERArşivi

Önceki gün, Ezgi Başaran’ın Radikal’de Murat Belge ile yaptığı röportajı yayımlandı. Belge o röportajda bütün geçmişine rağmen AKP’ye oy verecek bir kafada olduğunu ama seçim sabahı uyanınca oy veremeyeceğini hissettiğini aktarmış.

Başaran’ın başka alternatif yok muydu sorusunu cevaplarken “Yetmez ama evetçiler ölen adamların ölümünden sorumludur” diyen Sırrı’ya, arkadaşım olduğu halde oy verecek halim kalmamıştı diyerek de büyük bir özensizlik sergilemiş.

Röportajı okuduğumda, arkadaş olduğumuz halde beni arayıp bir yol sormamış olmasını es geçerek ben kendisini aradım. Böyle bir cümleyi hiçbir yerde yazmadığımı, söylemediğimi ve ima etmediğimi belirterek, bunu nereden duyduğunu ya da nerede gördüğünü sordum. Belge bunu hatırlayamadı. Bir tahmini vardı ama onu açıklamak bana düşmez. Gerek görürse kendisi açıklar. Burada bana yapılan özensizliği bir yana bırakabiliriz. Çok daha vahim şeyler var ki onlar üzerinde biraz durmakta fayda var: Belge, referanslarını Marx’a dayandıran, Marksist, hatta komünist olduğunu iddia eden bir ağabeyimiz. O halde onunla başlayabiliriz. Karl Marx, 18. Brumaire adlı yapıtında siyasal analiz literatürüne temel bir katkı yapar. Ona göre, siyasetin dış formuna tekabül eden kuru gürültüye bakarak anlamlı analiz yapılamaz; esas olarak trendi belirleyen toplumsal içeriğe bakılması ve bunun tarihsel bir perspektifle yapılması gerekir.

Marx böyle diyor ama başta Belge olmak üzere birçok entelektüel, tipik bir ‘sömürge aydını’ refleksiyle gelişmeleri yorumlamakta. Vaktinde erişilemeyen şeyler için Elazığlıların söylediği bir deyim vardır, şöyledir: “Balık demiş ki ben öldükten sonra yemişim derin gölleri.” Bu entelektüellerin yaşça kâmil olanlarına tasallut olan ruh hali tam da böyle bir bezginlik içeriyor. Bu bezginlikleriyle yaşasalar sorun olmayacak. Son tahlilde kendilerini ve yakın çevrelerini ilgilendirecek bir sorun gözüyle bakılabilir. Gelin görün ki bizlerin de buna inanmamızı ve hatta desteklememizi bekliyorlar. İş burada çatallaşıyor. Söz söylemek yerine, soru sormanın zamanıdır.

Metin Lokumcu’yu ya da çevresini, olmadı çevresinin çevresini Ergenekoncu ilan etmek nasıl bir komünistliktir? En temel masuniyet ve adilanelik kurallarını yok saymak bahsinde iktidardan daha istekli davranma hırsını hangi temel öğretiyle açıklarsınız? Sizin de vaktinde övmekten bitab düştüğünüz Fatsa deneyinin günümüzdeki versiyonu sayılabilecek HES direnişleri konusunda fazlaca heyecanlanmak ne menem bir günahtır? Yerelden bir siyasetle merkezi marketingleri hırpalamanın neresi kötü? “İktidar da aynen benim gibi düşünüyor, bu işte bir sıkıntı olmalı, en azından sınıfsal olarak” demez mi insan? Pijama ile yapılabilecek kadar rahat, dağınık ve konforlu bir siyaseti Türklere hak görürken, Kürtlerin niçin önünü iliklemesi gerekmektedir? İliklemezlerse bütün bu bombalar, gazlar, mermiler reva mıdır?

Aynı bombaların Sivas anmalarında da cömertçe kullanılması, bir muhafazakâr babanın ‘devlet tedbiri’ midir, değilse nedir? Mesela bu yüzden olsun, bir kerecik onları suçlayamaz mısınız? Orta yerde Devrimci Metin Lokumcu’nun katledilmiş bedeni var. Parasız eğitim istediği için cezaevlerinde çürütülen gençler var. 4 binden fazlası sivil siyaset alanlarındaki faaliyetlerinden dolayı tutuklanmış ve önünü iliklemeyi reddeden Kürtler var. Kendinize komünist deme cömertliğini gösterirken bunlara ‘en azından insan’ demekteki cimriliğinizi nasıl açıklayacağız? Siz ‘hangi dağın yelisiniz’ ki insanların onurları ve hayatları üzerinde bu kadar keyfi, bezgin, sarhoş kelamları ediyorsunuz? Murat Ağabey, Bir sabah uyanıp Ak Parti’den ümidi kesmişsiniz, kesmeyin! Onlar sizden çok ümitliler çünkü... Bir tek ‘sivilcilik’ bahsiyle ‘boykot’un politik olarak benzerliğinden hazzetmiyorlar o kadar. Vaktiyle ilk sizden işittiğimizi söylemeyiz, olur biter.

URKÇ http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1055302&CategoryID=77

'Durduğu yerin hiçbir kıymeti, anlamı, gerçekle alakası da yok. İki şey beni çok şaşırttı: Bir, komünist olduğunu zannetmesi... Bir komünist neleri savunmaz diye soru sorulsa, ne cevap verilecekse, Belge'nin röportajında hepsi var. Ne olduğunu ben tanımlamam, müdahil olmam ama komünist gibi düşünmediği kesin.

İkincisi de, hiçbir yerde söylemediğim ve yazmadığım bir sözü bana mal etmesi. Söylediğim şeylerden dolayı başımda yeterince dert var. Murat Belge buna bir de söylemediğim şeyleri ekledi.'

http://www.medyatava.com/haber.asp?id=82574

6 Temmuz 2011

Murat Belge: Arkadaşım Sırrı’nın arkadaşı değilmişim T24 - Murat Belge'nin Sırrı Süreyya' Önder'in kendisini "Durduğu yerin hiçbir kıymeti, anlamı yok" diye eleştirdiği yazısına yanıt verdi. Belge, Önder'in o sözleri söylemediğini açıkladı ve özür diledi. "Arkadaşım Sırrı’nın arkadaşı değilmişim" diyen Belge, tartışmanın uzamayacağını ama röportajda anlattığı konuları yazmaya devam edeceğini açıkladı.

Radikal'den Ezgi Başaran'a konuşan Belge, "Zaten ben bu hükümetten pek bir şey beklemiyorum artık" demiş; Sırrı Süreyya Önder'e oy vermeme gerekçesini ise 'Yetmez ama Evetçiler, ölen adamların ölümünden sorumludur' diyen arkadaşım Sırrı'ya oy vermedim' diyerek açıklamıştı.

Belge'nin bu çıkışına Önder, "Durduğu yerin hiçbir kıymeti, anlamı yok. Bir de kendisini komünist zannediyor" diye tepki gösterdi.

Murat Belge Önder'in bu tepkisine Taraf'taki köşesinden (8 Temmuz 2011) yanıt verdi. İşte o yazı:

Radikal’de yayımlanan (4 Temmuz 2011) mülakatımda söylediğim bir söze karşılık Sırrı Süreyya Önder’in gene gazetede yayımlanan (5 Temmuz 2011) yazısı benim önümüzdeki birkaç günümü dolduracak herhalde. Benim cümlem şu: “‘Yetmez ama evetçiler ölen adamların ölümünden sorumludur’ diyen Sırrı’ya arkadaşım olduğu halde oy verecek halim kalmamıştı.”

Sırrı, yazısında belirttiği gibi, telefonla aradı ve böyle bir şey söylemediğini belirtip nereden çıkardığımı sordu. Doğrusu, ben de bunun kaynağını hatırlayamadım. Benim açımdan asıl sorun, onun da böyle konuşanlarla aynı paralelde davranmasıydı. Referanduma giden süreçte Sırrı bu konuya ve onunla ilişkilendirilen başka konulara dair birçok yazı yazmış ve birkaç tartışmaya da katılmıştı: Rasim Ozan Kütahyalı ile, Roni Margulies’le. Sanırım buralarda söylediklerinden benim zihnimde kalan “toplam” bir izlenim bu. Ama şimdi de bakıyorum, ‘ölenlerden onlar sorumludur’ dediği bir yazısı yok. Şu halde benim aklımda yer eden şey yanlış. Yanlış bir şey söylemişsen, önce özür dilemek gerekir. Ben de önce bunu yapıyorum.

Ama, tartışılan sorunun kendisi ve tartışılma biçimi o kadar basit değil. Sırrı, ta 7 ocakta, “Sağdıç’ın Emeği” başlıklı bir yazı yayımlamıştı. Orada, referandumu desteklemekten yana sosyalistlere “sağdıç” diyordu. Yani bu insanlar, AKP’nin yardakçısı veya yerine göre “akıl hocası”ydı. Kendi cümlesi şöyle: “Ne acıdır ki egemenlerin gerdeğine sağdıçlık ettiniz.” Şöyle nitelemeler de var: “Bir yanda talan edilmiş bir hak ve özgürlük bedeni, bir yanda sizin sağdıç emeğiniz. Bu geceye peşkir tutmuş olmanın ağırlığı yanında yumurtanın özgül ağırlığı...” “Yumurta”ya bu ani geçiş de aynı günlerde bir yerlerde bazı öğrencilerin birilerine yumurta atması ve onunla ilgili tartışmalarda da Sırrı’nın yumurta atanlardan yana olması. Bu arada, “zelil hal” gibi düpedüz hakaretamiz sözler de eksik değil.

Aynı yazıda Sırrı “Dün ODTÜ öğrencilerine reva görülen zulme bakın...” diye başlayan cümlesi ve benzerleriyle “yetmez ama evet” diyenlerin bunlara sebep olduğu izlenimini yaratıyor, ayrıca, “Yoksulların altı ayına sebep oldunuz” gibi cümleleriyle, “ima”nın ötesinde, doğrudan doğruya suçluyordu. “Hayır” demeyi veya boykotu savunanlara “Ergenekoncu” denmesinden şikâyetçiydi ama bana çok çirkin gelen bu “peşkir tutma” edebiyatını yapmaktan geri durmuyordu.

Sırrı’ya “Ergenekoncu” demek aklımın kıyısından geçmez (“hayır” demiş daha binlerce kişi için de öyle tabii). Ama referandumda “hayır” demenin, “hayır” oylarının sayısını yükseltmiş olmanın, Ergenekon mücadelesi veren kesimin işine yaradığı, durumun nesnel olarak böyle olduğu, bu sonucu verdiği kanısındayım. Ama bu kanıdan giderek “peşkir tuttunuz” diye “haber kipi”nde cümle kurmayı doğru bulmam.

Yani, daha başka örneklere, alıntılara girmeden, Sırrı’nın o günlerde başlayan ve bugünlere devam eden tavrında, zaten nicedir yaşadığımız bu “sol-içi bölünme”de benim olmadığım cephede olduğunu gösteren epey çarpıcı özellik vardı. Bunların toplam etkisinde, belki başkalarının söylediği bir şeyi onun söylediğini sanarak, belki tartıştığı birinin “senin söylediğin buraya varır” dediği bir şeyi sahiden söylediğine yorarak, o cümleyi söyledim. Dediğim gibi, yanlış söylemişim.

Söylerken, benim Sırrı’yla ilgili şikâyetim, bu tavır almayı böyle akıldışı bir noktaya vardırmasıydı. Ama Beynelmilel gibi çok sevdiğim bir filmi yapmış, tanıdığım ve birçok özelliğinden hoşlandığım, değer verdiğim bir kişiydi. Onun için de, gene o cümlede, “arkadaşım” demiştim. Nitekim, telefon ederek böyle bir şey söylemediğini ve düşünmediğini söyleyince, içim ferahlamıştı. Şimdi onun yazısına bakınca “sömürge aydını” olduğumu görüyorum. Komünist filan olmadığımı görüyorum, ‘... insanların onurları ve hayatları üzerine bu kadar keyfî, bezgin, sarhoş kelâmları eden’ biri olduğumu da görüyorum. “Arkadaşım Sırrı” demiştim ama kendimin onun “arkadaşı” olmadığımı ayrıca anlıyorum.

Sırrı, bu arada, kendisiyle bir ilgisi olmayan alanlara da girerek, Hopa’da ölen Metin Lokumcu ya da Kürt politikasının nasıl olması gerektiği üstüne “söz”lerimden sonuç çıkarmış. Bunlar da doğru değil. Ama anlatması uzun sürer. Bunlar böyle bir tartışma hiç olmasa da benim yazdığım ve yazacağım konular. Önümüzdeki günlerde onları ele alacağım.

http://www.t24.com.tr/murat-belge-arkadasim-sirrinin-arkadasi-degilmisim/haber/155415.aspx

8 temmuz 2011

Metin Lokumcu katlini protesto ettiği için 1 aydır içerde olan çağdaş ersoy'un cezaevinden mektubu

  • Geçen pazartesi Murat Belge’yle yaptığım röportaj sonucunda ‘sol’ ve ‘solcu olmakla’ ilgili birçok tartışma yaşandı, hem gazetelerde hem de sosyal medyada. Röportajı yapan kişi olarak bu tartışmalara dahil olmamam gerektiğini düşündüm.


  • Bugün bu yazıyı yazıyor olmamın iki sebebi var: İlki, Belge’nin röportajda sözünü ettiği Kürt meselesi ve Hopa olaylarıyla ilgili detaylı yazılar yazmayı planladığını açıklaması oldu. İkincisi ise; kendimi Ömür Çağdaş Ersoy’un Sincan Kapalı Cezaevi Çocuk ve Genç Koğuşu’ndan yazdığı mektubu paylaşmayı görev bilmemdir.

ODTÜ Metalurji Mühendisliği öğrencisi Çağdaş, Metin Lokumcu’nun ölümünü Ankara’da protesto eden gençlerden biriydi. Özel yetkili 11. Ağır Ceza bu gösteri nedeniyle onun da içinde bulunduğu 20 kişinin tutuklanmasına hükmetmişti. 1 ay oldu, Çağdaş içeride.


  • Mektubunda Murat Belge’ye hitaben iki konuya açıklık getiriyor: Hem niye Hopa’daki biber gazını protesto ettiklerini, hem de niye yumurta atanlardan biri olduğunu… İlk önce Hopa:


  • ’Gariban olduğunu iddia ettiğiniz Metin Lokumcu yıllarca sendikal mücadele içinde yer almış, emekli olunca da çevre ve yaşam hakkını savunmuş yiğit bir Hopalı’ydı. Ölüm sebebi de heyecan değil yoğun biber gazı sonucu bayılınca göğsüne aldığı tekme darbeleriydi. Malum gerginliğin varlığı şüphe taşımıyor ama sebebini yanlış biliyorsunuz. Gerginliğin sebebi HES’lerdi. Yani yöre halkının derelerinin, suyunun satışıydı. Çevremize, doğaya, kentlere, haklarımıza sahip çıkıyoruz. Ne AKP’nin “demokratlığına” ne de paşaların “vatanseverliği”ne güveniyoruz. Halkın kendi örgütlü gücüne güveniyoruz. HES’ler ve Ergenekon arasında nasıl bir bağlantı kurduğunuz açıklayın lütfen! Hopa’daki köylüleri zan altında bırakacak bu iddia, belki sizin için basit ama onları tanıyan bizler için önemli.’


  • Belge’nin bu öğrenciler niçin hep Bakanlara yumurta atıyorlar da Süheyl Batum’a atmıyorlar, öğrenci hareketlerinin arkasında ben de Başbakan gibi başka şeyler arıyorum şeklinde özetlenebilecek sözlerine *


  • Çağdaş’ın cevabı şöyle:

Bizzat yumurta atan öğrencilerden biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki Türkiye’de de dünyada da protestoların hedefinde icraat sahipleri, muktedirler vardır. Neredeyse 10 yıldır iktidarda olan ve üniversitelerde yeni bir dönüşüme hazırlanan AKP’nin temsilcisi ile ona “çarpık” muhalefet edeni aynı kefeye koymadık. Ülkemizde MC Hükümetlerine ya da Ecevit CHP’sine karşı çıkan DEV-GENÇ’lileri getirin gözünüzün önüne. Daha eskiye dönün; ODTÜ’de ters dönmüş yanan bir araç vardı hatırlarsınız. Aklı başında kimse Kommer’in arabasının park edildiği yerde “haksızlık olmasın” diye ikinci bir arabayı ters çevirmez sanırım. Bu Kommer’e haksızlık olurdu. Günümüze gelelim. İngiltere’de prensin arabasına yumurta atan öğrenciler, İtalya’da Berlusconi’nin fotoğraflarına çarpılar koydukları posterlerle süslenen işgal edilmiş amfiler ya da göçmen yasasını protesto ederken Sarkozy’e lanet eden Fransa’daki göçmen öğrenciler… Aynı taleplerle hareket eden Avrupa gençliğine de hükmedecek bir Ergenekon’unuz var sanırım! İşkence gören ve ardından tutuklanan bir üniversiteli olarak; bu baskının icraatçısını değil de beni ve benim gibileri “faşist” diye yaftaladığınız için özür borçlusunuz!’


  • 17 yaşından, yani liseden beri öğrenci hareketlerinin içinde olan Çağdaş’ın arkadaşlarıyla üç hafta önce farklı bir vesileyle tanıştığımda canlarını en çok ‘taleplerinin anlaşılmaması’ ya da ‘siyasi görüşlerinin karşılık bulmaması’ değil de ‘gizli bir el’ tarafından yönlendirildiklerinin ima edilmesi, o elin parmağı nereyi işaret ediyorsa oraya sürüklendiklerinin dile getirilmesi acıtmıştı. Çağdaş da şimdi, maalesef A3 no’lu koğuştan bu benzer öfkeyle konuşuyor. Ve mektubunu şöyle bitiriyor:


  • ‘Yarın bir gün başıma bir şey gelirse bu iyi bir adamdı diyerek destek olurlar diyerek güvendiğiniz milliyetçi muhafazakârlara dair söyleyeceklerim var. Korkunç derecede yanılıyorsunuz Sayın Belge! O milliyetçi muhafazakârlar ki, ortak arkadaşımız Hrant’ın katilini “kahraman” ilan ederken sokaklarda “biz” vardık. Eğer yarın bir gün başınıza bir şey gelirse sokaklarda yine “darbeci, faşist” ilan ettiğiniz biz olacağız. Ama bugün başına bir şey gelme olasılığı yüksek olan bizler kendini “solcu aydın” diye tanımlayan “sizlerin” de bize karşı cephe almasını göğüslemeye çalışıyoruz.’

O benim oğlumdur

*Bu tür hikâyelerin görünmeyen başka özneleri de oluyor. Mesela Çağdaş’ın babası Fatih Bey… Oğlunun tutuklandığı günü şöyle anlatıyor: ‘Öldü diye polislerin bıraktıkları kadın; olay günü panzerin üstüne çıkan ve kalça kemiği polislerce kırılan Dilşat Aktaş’tır. Dilşat Aktaş’ın üzerine kapaklanarak ölümden kurtaran, gözaltına alınan ve işkence gören ise; Ömür Çağdaş Ersoy’dur. Bu genç benim oğlum. Oğlunuz, emniyette; işkence görüyor, yüzünün şiştiğini, gözünün morardığını ve işkencenin ise halen devam ettiğini duyuyorsunuz. Ben ise oğlumu koruyamıyorum, nasıl acılarla cebelleştiğini ve benim yanımda olmasını ne kadar istediğini hissedebiliyorum ama hiçbir şey yapamıyorum. Bunun nasıl bir acı olduğunu tahmin edebiliyor musunuz?’

12.07.2011

http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&Date=12.07.2011&ArticleID=1055922



Banu Güven: “Seke seke giderken duvara tosladım”NTV‘yle yolları olaylı bir şekilde ayrılan Banu Güven iki gazetede birden yayınlanan röportajlarıyla günün gündemi içinde yer aldı. Akşam ve Taraf gazetesine konuşan Güven, NTV‘den ayrılma sürecinde yaşadıklarını paylaşırken çarpıcı bazı detaylar da veriyor.

İki gazete de Banu Güven‘in ‘Duvara tosladım‘ sözlerini başlığa çekerken ünlü ekran yüzü, BDP milletvekili Leyla Zana‘yı konuk etmek istediğini ancak NTV‘den veto yediğini açıkladı.

Güven, Taraf‘tan Tuğba Tekerek‘e verdiği röportajda NTV‘deki değişimi anlattı. Güven, NTV‘nin suya sabuna dokunmayan ‘haber‘ içerikli bir yayın çizgisine kaydığını söyledi.

İşte Taraf’taki röportajın satır başları:

14 yıldır çalıştığınız NTV’den geçen hafta ayrılmak zorunda kaldınız. Nasıl bu noktaya geldiniz?

Türkiye’de birçok medya kuruluşunun uzun zamandır netameli konulardaki haberleri tartarak değerlendirdikleri bir sır değil. Muhabirlerin yıllardır fırça yemekten korktukları da bir sır değil. Ankara’da herkesin anlatabileceği iyi hikâyeleri var. Unutmamak gerekli, bir dönem sadece başbakanlıkta değil genelkurmayda da akreditasyon krizleri yaşandı. Bunlara medya nasıl yaklaştı? İyi verilen bir sınav değildi bence bu. Bunların içinde biz gene de benim çalıştığım kurumda işimizi yaptık. NTV yayın politikası olarak nesnellik konusunda azami gayret göstermiştir, gazetecinin eleştirel olması gerekir, bunun için de alan sağlamış bir yerdir. Ben de son yayın döneminde, en çok keyif aldığım dönemlerden birini yaşadım aslında. Zaman zaman ana akım medyanın gündeminde çok üst sıralarda yer almayacak konuları ya da kimsenin dokunmadığı alanları konuştuk. Her şeye rağmen, bu basınca rağmen bunların yapılabiliyor olması bende iyimserlik yaratıyordu.

NTV’DE LEYLA ZANA SANSÜRÜ

Nasıl dağıldı bu iyimser hava?

Seçim öncesinde öyle bir yere gelindi ki… Çok büyük hatalar yapıldı bence. Hükümet tarafından herhalde açıkça söylenmiş olması gerekiyor ki bizim yapacağımız işin sınırı belirlendi. Tartışma programları seçimden birkaç hafta önce kalktı. Neden biz daha fazla konuşmuyoruz gibi sitemlerle üzerinize gelindiği noktada dükkanın o bölümünü kapatmak gibi bir hareket oluyor ki problem çıkmasın. Ben devam ettim bu arada. Genel Yayın Yönetmeni’miz Ömer Özgüner’le çok yakın çalıştık. Kimselerin dokunmak istemediği bir çok konuda onun desteğini görmekten çok mutlu oldum. Ama seçim öncesinde bu gerilimli hattı geçince, basıncı ben de daha fazla hisseder oldum, herkes gibi… Son yaptığım yayınlardan Vedat Türkali, birtakım çevrelerden gelen tepkiler sebebiyle kanal içinde tartışma konusu oldu. Aslında söylediklerinin çoğunun Cengiz Çandar’ın kaleme aldığı TESEV raporunda hükümetin demokratik açılımına dair haritada birebir bulunduğunu görüyorsunuz. Tabu olmaktan çıkmış bir konuydu bu.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç bile ‘Öcalan bir aktör’ dedi…

Evet… Biz bütün bunların gerisinde kalmış olduk aslında. Bu ironik ve acı bir durum benim için. Sonra pazartesi günkü konuğum için heyecan duyuyorduk Ömer’le (Özgüner) beraber. Leyla Zana gelecekti. Ama sonra böyle bir röportajın da içine sokulduğumuz sınırların dışında kaldığını öğrendim. O iyimserlikle devam ederken, seke seke giderken, çat diye duvara çarptm ben.. Biz, hep beraber… Çarptık bence… Neyse… Bunu kabullenemedim tabii. Çözmeye çalıştım. Gazetecilik hayatımın en zor günlerinden biriydi. Sonuçta dendi ki: “Ha-yır, o-la-ma-yacak.”

Kim olursa olsun, seçim öncesinde son haftaya girerken, çok kısıtlı tuttuğu söyleşi programına dahil ettiyse ve ona göre hareket ediyorsa ve bu iptal oluyorsa; bu çok utanılacak bir durumdur. Kim olursa olsun… Leyla Zana olması iki kat önemli kılıyor. Çünkü onun ismi, yaşadıkları, hapiste geçen 10 yılın ne için olduğu ortada. İfade özgürlüğü konusunda yaşanan büyük skandal… Bütün bunların üzerine, bu kadar yıl sonra anaakım medyaya konuşmaya karar vermiş bir insana bu haksızlığı yapıyor konumuna düşmek de canımı hâlâ çok yakıyor. Hakikaten çok yakıyor.

Leyla Zana nasıl karşıladı bu durumu?

Çok soğukkanlı davrandı. “Biz neler gördük” dedi.

Bu kriz üzerine sizin programınız tatile çıkarıldı…

Bu krizle beraber benim açımdan denizin bittiği netleşti. Hiçbirşey olmamış gibi yaparak yayına çıkamazdım. Ben “Madem öyle, rica ediyorum erken tatil olabilir mi” dedim. Sonrasında “Nasıl devam edebiliriz, konuşalım” dedik. Ama seçim sonrasında da bir değişiklik olmadı. Önceden çıkaramadığım konuğu o zaman çıkarabileceğim söylenmedi. Tam tersi. Önümüzdeki yayın dönemi için de olmayacağını anladım.

NTV’NİN YENİ ÇİZGİSİ NASIL OLACAK?

NTV çizgisinde ciddi değişiklikler olacağı söyleniyor…

Bu formattaki programlar dışında daha çok haber bülteni veren bir NTV düşünülüyor. Benim gördüğüm daha farklı kimlikte bir kanala gidilmiş olduğu. Dolayısıyla ben o koşullara, o alana önümüzdeki dönemde de sahip olmayacaktım.

Peki Leyla Zana’nın programa çıkarılmaması nasıl açıklanıyor? Sonuçta milletin vekili olmak için meşru şekilde adaylığını koymuş bir insan…

Ve seçim öncesinde Ak Parti’nin oylarının azalmasına sebep olacak bir insan…

AK Parti’nin oyları hesap edilerek mi yapılıyor NTV’de programlar?

Seçim öncesinde NTV şu partiyi, bu partiyi kollayayım diye birşey demiyor tabii. Burada sorun 15 yıldır bir marka, bir güvenilirlik oluşturmuş, bunun için kavga etmiş bir kanal artık niye bu noktaya geliyor? Bu sorunun cevabını, rica, talep, uyarı tehdit, neyse bunu dolaylı ya da doğrudan yapanlar; bunun sonucunda oto sansürü devreye sokanlar –aslında oto sansür hep vardır memlekette de– oto sansürün güçlenmesine katkıda bulunanlar ve bunun sonucunu yaşayanların oturup düşünmesi lazım. Otosansür çok tehlikeli bir şey; biri beşle de çarpabilir. Bu konuştuğumuz tablo NTV özelinde yaşanan bir hikaye. Hemen her yerde, bir otokontrol mekanizması var. Bununla beraber, Karayılan röportajları da var. Ama Ertuğrul Mavioğlu yargılanıyor. Ama böyle şeyler de yapılabiliyor.

NTV’DE SANSÜR MÜ OTOSANSÜR MÜ VAR?

Otosansür dediğimiz şey bir yandan baskıyla, gerçeklikle ilgili ama bir yandan da medya sahibinin durumu algılamasıyla ilgili…Sizce NTV’de hangisi daha etkili?

Gerçekte neler olduğunu bilmeden bir yorum yapmak istemem ama bir ölçüde kişisel değerlendirmelerin sonuçlarını da yaşıyor olabiliriz. Söylediğinizde bir doğruluk payı olabilir. Cevabını bir gün doğrudan sorarak alabilirim.

Hükümetin somut baskısına dair bir duyumunuz oldu mu?

Hayır, hayır genel geçer sizin benim duyduğumuz şeyler… Ama fazla zaman geçmedi üzerinden; en büyük medya kuruluşuna büyük cezalar kesildi. Bu, bir çok yayın kuruluşu sahibinin yoğurdu üfleyerek yemesine neden oldu. Özellikle de başka alanlarda faaliyeti olanların…

Banu Güven, Akşam’dan Özlem Çelik Akarsu’ya verdiği röportajda da süreci benzer ifadelerle anlatırken, Vedat Türkali röportajının yol açtığı sonuçlar ve Leyla Zana sansürü hakkında daha geniş bir değerlendirme yapmış.

Güven’in Akşam’a verdiği röportaj şöyle:

kapatma kararı alarak kendini korumaya aldı. Hızınızı almış vitesi ata ata giderken, o hızla duvara girmek çok can yakıyor. Her şeye rağmen gazetecilik yapmaya devam edebiliyoruz, diye düşünürken iyimserliğim paramparça oldu bir ay önce. Ama benim için belirsizlik son buldu. Diğer arkadaşlarım ise önlerini görmeye çalışıyor. Can Dündar, Nuray Mert de biraz anlattı. Belki yeniden bir durum değerlendirmesi yapılır. Yaşananların sadece kişisel bir mağduriyet olarak yansıması eksik olur. Bu durum, memlekette gazetecilik yapmaya dair bir sorun olduğunun resmidir.

Zana’ya karşı mahcubiyet yaşadım - Sorumlusu siyasi baskı mı, otokontrol mü? Memlekette bir süredir yaşanan durum, her şeyin bir otokontrol mekanizmasına girmesine sebep oluyor. Seçim öncesinde birtakım sıkıntılar kendini daha çok belli etti ve bizlere de yansıdı. Müdahale, talep gelmeye başladı. Birtakım programların teker teker kalktı. Bu bir ‘erken tatil’ olarak adlandırıldı. Hiçbir gazeteci seçimden bir hafta önce programını sonlandırmayı düşünmez. İlk ciddi soru işareti, seçimden bir hafta önce ortaya çıktı. İlk kez uzun görüşmelerden sonra mutabakata vardığımız bir isimle bu yayını yapamayacağımız söylendi. Bu kişi Leyla Zana’ydı. Zana ile 6 Haziran’da program yapacaktık. İş ortada kalınca çok büyük mahcubiyet yaşadım. 10 yılını ifade özgürlüğünden dolayı cezaevinde geçirmiş biri olması beni ikinci defa üzdü. Demokratikleşmeden söz ederken böyle bir kanalda bu yayını yapamamamın açıklaması ne olabilir?

- NTV bunun gerekçesini nasıl açıkladı? NTV birçok başka kuruluşta da olan birtakım müdahale alanlarını kapatmaya karar verdi. Zana’yı ya da herhangi bir konuğu, alamayacağınız çıkıyor ortaya, bunu kabullenmeniz mümkün değil. Benim için programa çıkmamaktan başka seçenek kalmadı. Bu seçim öncesi atmosferde koyulan bir tavırdı. AK Parti’nin bağımsız blokla çekişeceğinin düşünüldüğü kaygısını da dikkate almak lazım.

- İktidar baskısı mı, kanal yönetiminin tasarrufu mu? Kalkıp Ankara’dan birileri ‘o kadın orada bu programı yapmasın’ veya ‘bu konuk orada çıkmasın’ demedi ama genel bir hat çizildi ve o hattın ötesi medya kuruluşlarının sahipleri için risk olmaya başladı. Ben de o hattın üzerindeki duvara çarptım ya da biz duvara çarptık.

Mesleğimin en zor günleri - ‘Zorunlu erken tatil’ nasıl başladı? Benim için bu yayınlara dönmenin koşulu yapamadığım şeyi yapmaktı ancak. Problemin çözülebilir olup olmadığını test etmeye çalıştım. Gazetecilik hayatımın en zor günleriydi. Herhangi bir milletvekili adayının seçimden bir hafta önce yaptığı ve çok da sınırlı tuttuğu bir medya planlamasını bombalamaktır bu aynı zamanda. Çok üzüldüm.

TATİL YAPALIM BARİ DEDİM - Leyla Zana’nın tepkisi nasıl oldu? Haksızlığın azı çoğu olmaz da, ilk kez karşılaşmıyor bu tür haksızlıklarla. Benim meslekle ilişkimi, değerlerimi bildiği ve samimiyetime inandığı için mağrur karşıladı. Onun da gönlünden geçen mesleğimi sürdürmemdi. O telefon konuşmasını yapmak benim için çok çok zordu. Büyüklük yaptı. Tatil yapalım bari dedim ve kabul gördü. Sonra şu ortaya çıktı, önümüzdeki yayın döneminde, geçtiğimiz yayın döneminde başarılı giden bu programlar artık olmayacaktı. Bu aslında dükkanın bir bölümünü kapatmak gibi bir şey.

GAZETECİLİK MUHALEFETTİR - Ya da ürün değişikliği… Biraz daha farklı bir ekran olacak herhalde. Seçim sonrasına bir bakalım dendi ama NTV açısından bu değişiklik kararı geçerliliğini koruyor. Benzer formattaki programların olmayacağı kararı… Dolayısıyla ben de bir süredir var olan koşullara rağmen gayet iyi bir şekilde yaptığım işi gelecek dönem yapamayacağımı anladım. Bu gayet açık bir şekilde söylendi.

- Kanal yönetimi bunu sana nasıl ifade etti ya da konuştunuz? Bu açıklamayı NTV’nin yapması gerekiyor. NTV daha çok haber hattında giden bir kanala dönüşüyor izlenimindeyim. Benim orada tek yapmaya çalıştığım şey gazetecilikti. Muhalif gazeteci tanımı var Türkiye’de ve o tanımın içine bugünlerde doğrudan iktidara muhalif gazeteciler giriyor. Yayın yaptığım yıllar boyunca ben her şeye muhalif olan bir gazeteci oldum. Gazeteciliğin özünde zaten muhalif olmak var. Önünüze sorgulamanız gereken ne çıkıyorsa, onun üzerine gitmelisiniz.

- Vedat Türkali’nin programda Öcalan’a ithafen, ‘Selam ve sevgi O’na benden. ‘Sayın’ demiyorlarmış, peki bu kadar ‘sayın’ olan adam niye O’na gidiyor?’ sözleri de tepki çekmiş olabilir mi? O yayınla ilgili bir gürültü koptu ama bunun üzerine ameliyat falan yapmadık. Belki bazıları Fatmagül’ü konuşmamı bekliyordu. Türkali, memleketin en önemli meselelerinden biri olarak ifade edilen meseleyle ilgili konuşmak üzere geldi. Nitekim başka bir kanaldaki Fatmagül sorusu üzerine kalkıp gitti.

- Türkali’nin söylediklerinden fazlasını Karayılan Hasan Cemal’e verdiği röportajda söyledi. O yayımlandı. Ortada çelişkili bir durum var. Hasan Cemal’in Karayılan röportajı gazetede çıkıyor. Öte tarafta Ertuğrul Mavioğlu aynı kişiyle yaptığı röportaj nedeniyle hakim karşısına çıktı. Başbakan demokratikleşmeden söz ediyor, helalleşmek istiyor, gazetecilere açtığı davaları geri çekiyor ama şunu düşünmek gerekiyor, bir performans sıkıntısı yokken işimi yapamıyorsam ya da bazı arkadaşlarım da işlerini gayet güzel götürürken bunu düşünüyorlarsa burada bir sorun var. Balkon konuşmaları balkonda kalmasın.

http://www.meseledergi.com/?p=200


MURAT BELGE: BARDAKÇI MURAT BEY'E CEVABIMDIR 28.05.2009 12:47:00

Taraf yazarı Murat Belge, Gazete Habertürk yazarı Murat Bardakçı ile girdiği polemiğe noktayı koydu: "Bardakçı’nın saldırısını, kendi alanına çekilerek, Shakespeare’den bir alıntıyla bitireyim: 'Bir masaldır gürültücü bir salağın anlattığı ki yoktur hiçbir anlamı...'"


Murat Belge/TARAF

Bardakçı Murat Bey'e cevabımdır

Murat Bardakçı ve yayın organının, ayrıca oradan buradan gelen başka saldırıların yarattığı ortamda, bunlara cevap vermenin zahmetine değer bir iş olup olmadığını düşünmek zorunda kaldım. Sonunda –görüldüğü gibi- yazmaya karar verdim. Çünkü insanların bilgi eksikliğine güvenerek, “bilgi” üzerinden bir kampanya açıyor. Bunun ne olduğunun deşifre edilmesi gerek. Öbür yandan, dizgi yanlışını ve bulduğu her şeyi benim cehaletimin kanıtı haline getirmeye çalışırken, bazı dalgınlık kusurlarını göstermiş ki, bunların da kabul edilmesi ve doğrusunun açıklanması gerekiyor.

Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür, bayağı hacimli bir kitap oldu: Ampirik ve olgusal bir kitap olmaktan çok, Osmanlı tarihi üstüne düşünmeye yönelik ve biraz da resmî tarihin bir tür “ortodoksi” kaybetmiş yargılarını yeniden düşünmeyi teşvik eden bir kitap. Buna karşılık, çeşitli tablolar, padişahların ölüm-doğum yılları, sadrazamların sadaret yılları gibi bazı ampirik bilgileri de bulundurmak istedim. Bunların hazırlanmasında, Bilgi Yayınları’nın genç editörlerinden biri bana yardımcı oldu. Bu listelerde benim de gözümden kaçan birkaç yanlış olmuş.

Örneğin bu sayfaların birinde, yan yana duran iki padişahtan Osman Gazi’nin ölümü 1324, oğlu Orhan Gazi’nin padişah oluşu 1326 olarak yazılmış. Bu yanlış, tabii. Yılları çıkaranın da, tashihçileri de, benim de gözümüzden kaçmış.

Bardakçı, saldırı yazısında, benim bu yanlışları başkalarının üstüne atacağımı da yazmış. Şimdi, böyle bir cevaba karşılık, “Ben demedim mi?” diyecektir. “Fahiş hata” diye şamatasını yaptığı şeylerin ne menem şeyler olduğunu kendisi de bildiği için böyle bir tedbir almış olsa gerek.

İmdi, dediğim ampirik bilgi bulundurma planının bir parçası da, kitabın sonuna eklediğim “karşılaştırmalı kronoloji”ydi. Bunu tabii ben hazırladım. Çeşitli kaynaklardan yararlanarak hazırladım. Orada, Osman Bey’in ölüm tarihini 1326 olarak gösterdim. Bu da kitaba bakınca görülebildiğine göre, geniş nükte yeteneğiyle Bardakçı’nın o iki yıllık boşlukta Hotanto reisi mi, Aztek imparatoru mu padişahlık yaptı sorusu cevaplanmış oluyor. Bu ince nüktenin esbab-ı mucibesi de sözkonusu kronolojide Amerika veya Japonya gibi uzak yerlerde olan önemli olayları da kaydetmeye çalışmam olmalı.

Murat Bardakçı Osman Bey’in 1324’te öldüğünü ileri sürüyor. Malûm, Osmanlı tarihi boyunca başka takvimler kullanıldığı için (ve normal, uzun süre geçince kaynakların azalması sorunu) bu tarihler hep tartışmalıdır. Nitekim eski İslâm Ansiklopedisi ile Türk Ansiklopedisi, ayrıca da Ana Britannica, benin Kronoloji’de gösterdiğim 1326 tarihini kabul ediyorlar. Danişmend şu anda elimin altında olmadığı için ona bakamıyorum.

Uzunçarşılı ise, Oruc Bey tarihine göre Osman Gazi’nin 1327’de vefat ettiğini söyledikten sonra “Fakat vekayiîn tetkikine göre vefatının 1326’da Bursa’nın teslim alınmasından sonra olduğu anlaşılıyor” demiş ( O.T., cilt 1, s. 113). Aynı yerde şunu da ekliyor: “Tarihlerde Osman Bey’in vefatı senesi sarih olarak gösterilmeyip 1310 ile 1326 arasında muhtelif senelerde gösterilmiştir.”

Demek ki; bu saydıklarım hepsi benim gibi cahil ve bir tek Murat Bardakçı doğruyu biliyor. Ama zaten 1324’tür veya 1326’dır gibi bilgi kırıntılarını dile dolayarak bir “tarihçilik” tartışması yapılmaz. “Bilgi”nin ne olduğu konusunda “bilgisizlikle”le mâlûl olmadıkça insan bunları sözkonusu bile etmez. Bardakçı bana ilk saldırdığı yazısında bir malumatfüruşluk çabasıyla 3. Ahmed’in kızı Esma Sultan’a da değinmişti. O yazıda, bu Esma Sultan’ın 1848’de öldüğü yazılıydı. Bu tabii yanlıştı. Ama ya Bardakçı bunu böyle yazmamıştı, bir dizgi yanlışı olmuştu ya da kendi öyle yazmış olsa bile bu ancak bir dalgınlık olabilirdi, çünkü böyle olmayacağını bilirdi (“Murat Bardakçı bile” diyerek iltifatını geri göndereyim). Aynı düzeyde ya da zihniyette olsam, “Esma Sultan’ı 1848’e kadar yaşatmış!” diye kıyamet koparmalıydım.

Gene aynı kesin ve kestirme eda ile, Orhan Gazi’nin ölümü için, “Murat Bey’in yazdığının aksine 1361 değil 1362’dir” buyurmuş. Bu cümlede “aksine” kelimesi yersiz. Bu konuda İslâm ve Türk Ansiklopedileri Bardakçı’nın 1362’sini kabul etmişler. Britannica ise 1360 diyor. Uzunçarşılı “1361 M. senesinde veya pek az sonra Orhan Gazi vefat etti” demiş (A.y., s. 158-a). Kimbilir daha kaç farklı iddia vardır.

Bakalım başka hangi “fahiş hata”ları işlemişim? 153. Sayfada adı geçen “Muteber Kadın” değil, “Mutebere Kadın”mış! Çağatay Uluçaylı şöyle diyor: “I. Abdülhamid’in beşinci kadını idi. Mühürlerinin üzerinde ‘Devletlû beşinci Muteber Kadın Hazretleri yazılıdır” ( Ç. Uluçaylı, Padişahların Kadınları ve Kızları, s. 107). Ben Uluçaylı’yı Murat Bardakçı’dan daha güvenilir bir kaynak olarak kabul ediyorum. Ama Uluçaylı da “Mutebere” deseydi ne lâzım gelirdi? Bir dizgi yanlışı da olabilecek bir “e” harfinin fazlalığı veya eksikliği için davul çalmanın bir âlemi var mı? Bir “e”nin eksikliğinden önce ciddi bir terbiye eksikliğiyle karşı karşıyayız.

Reisülküttab’ın Divan-ı Hümayun üyesi olduğunu yazmışım, bu yanlışmış. Ya? “... Sadece sekretaryada” çalışırmış. Peki, ben ne demişim? Şunları söylemişim: “... Divan-ı Hümayun gibi bir kurulun çeşitli yazışmalarını yürütecek ve tutanakları tutacak birileri bulunmalıdır. Reis-ül-küttab bu işleri yürüten kâtiplerin reisiydi” (OKK, s. 161). Herhalde okuduğunu da anlamayacak kadar gözü dönmüş, nefretinden ve yanlış bulma hırsından.

Ancak Reis-ül-küttab zamanla, şimdi Dışişleri Bakanları’nın yaptığı işlerden bazılarını üstlendi. Bunu açıklamak için de bu “yazıcılık” işinin artan önemine örnek olmak üzere Komünist Partiler’de “Genel Sekreter”in ve Amerika’da “Secretary of State”in nasıl evrildiğini anlatmıştım.

“Kasr-ı adl” konusundaki ukalalık da tamamen yersiz. Bir dizgi yanlışı olduğu besbelli. “Katl” ile “Katil” farkı gibi “adl” ile “adil” i de karıştıranlar olabilir Türkiye’de. Ama bunu bilmek için “allame-i cihan” olmak gerekmiyor.

Gedik Ahmed Paşa’nın ölüm tarihi, evet, yukarıda anlattığım o listede yanlış yazılmış. Bu yanlışı tesbit etmiş olmanın sevinci Murat Bardakçı’nın üslûbuna şöyle yansıyor: “Paşa, Murat Bey’in uydurduğu tarihten sonra maalesef beş yıl daha yaşamış ve 18 Kasım 1482’de, üstelik Fatih değil, İkinci Bayezid tarafından idam ettirilmiştir. Bu, her ilmin üstadı Murat Bey’in, Bayezid’in ‘Gedik’i tepeledim’ diye başlayan ve edebiyat tarihlerinde bile mektup formuna örnek olarak okutulan meşhur yazısından da bihaber olduğunu göstermektir.”

Listeleri yapmadığımı açıkladım. Ama “son okuyan” ben olduğuma göre bu gibi yanlışların piyasaya verilen baskıya çıkmasında benim de sorumluluk payım var. Şimdi Bardakçı gene “başkalarına atıyor” diyebilir. O zaman bir zahmet benim hazırladığım Kronoloji’ye bakın: 1482 yılının siyasî olayları arasında “Şehzade Cem yenilerek Rodos’a sığındı. Gedik Ahmed Paşa idam edildi” cümlelerini göreceksiniz. Bunların bir üstünde, II. Mehmed’in 1481’de öldüğü de yazıyor.

Demek bütün bu hakaretlerin, afra tafraların bir temeli yok. Bunları Murat Bardakçı’ya anlatmanın mümkün olmadığını biliyorum. İlk Esma Sultan saldırısında, bu çapkınlık hikâyelerini anlatanın Nahit Sırrı olduğunu söylemiştim. Oralı değil. Hâlâ “Nahit Sırrı’yı kaynak edinen Murat Belge...” diyor, televizyonda aynı şeyleri söylediğini tanıdıklar anlatıyor. Tarihî olguları öğrenmek için Nahit Sırrı’ya başvurmayı hiç düşünmedim ama bu toplumun yazı hayatında Bardakçı’nınkinden çok daha önemli bir yeri vardır ve söyledikleri bu nedenle ilginçtir.

Bardakçı ikinci gün döşendiği yazısında “Musiki” üstünde durmuş: uzun uzun “Hamparsum notası”, “Kantemiroğlu notası” anlatmış ki, bunun nereden çıktığını kitaba bakıncaya kadar anlayamadım. Meğerse, kitabın görsel tasarımını yapan arkadaş bölüm başlarına vinyet koyarken bu bölüm için de böyle bir eski nota yazımı resmi seçmiş: yanına da minicik bir “Hamparsum notası” yazısı eklemiş. Bardakçı uzun uzun bunun yanlış olduğunu anlattıktan sonra, “... yaptığı hatanın sebebi ise, büyük ihtimalle asıl kaynaktaki yanlış bilgidir” diyor. Demek ki böyle bir şey var. Tasarımı yapan arkadaş gördüğü sözü aktardı. Ben bunları bilmem, onun için ayırt etmeme zaten imkân yoktu. Ama bunları bilmekle yükümlü olduğumu da düşünmüyorum tabii.

“Müsemmen” ve “raksaksağı” gene gözden kaçmış dizgi yanlışları (500 sayfalık kitapta). “Usul”den söz ederken “rast” aksağı ne demek olur? Böyle bir kelime yok zaten.

Şeştar için “uda benzeyen bir çalgıdır” demiş. Osmanlı musikisi konusunda öncelikle Yılmaz Öztuna’dan yararlandım. “... Psalterion’a benzetmekte ve ‘Türk arp’i =harpe turc diye de anılmaktadır. Mızraplı değildir, bir kucak çengi gibidir” sözleriyle çoktan unutulmuş bu sazı betimlemiş (TMA, cilt III, s. 284). Böyle betimlenen bir saz uda mı daha çok benzer, santura mı?

Hafız Post’un andığım şarkısı rast değil, rehavî imiş ve “bunun böyle olduğunu musikiye yeni başlayan herkese öğretirler”miş.

Öztuna’da “Hafız Post” maddesine bakıyorum: “Biz âlude-i sâgar-ı bâdeyiz” şarkısının karşısında aynen şu yazı var: “Rast (Rehavî) Yürük Semai”.

Bir de şunu alıntılayayım: “Murat Bey, ‘lavta’nın unutulduğunu, bizdeki son icracıların Tanburî Cemil Bey ile Andon olduğunu iddia etmektedir, ve böyle yaparken maalesef uydurmaktadır... Üstelik zamanımızın lavta icracılarından biri, haddim olmasa da, bendenizimdir.”

Evet, doğru. Tanburî Cemil Bey ve Andon’dan önce, “Bardakçı Murat Bey bu sazın üstadıdır” diye yazmam gerekiyordu.

Doğu dünyasında da, Batı dünyasında, çeşitli nedenlerle çalınmaz hale gelen, kimi kısmen, kimiyse tamamen unutulan birçok saz vardır. Ama eski musiki örneklerini kendi sesleriyle yeniden canlandırmak için bunları çalmayı öğrenen, hattâ uzmanı olan müzisyenler de çıkar hep. Batıda “viola da gamba” olsun, “recorder” olsun, “klavikord” olsun, bunları çalanlar vardır, ama bu, sazların hayatiyetlerinin devam ettiği anlamına gelmez. Aslında lavtanın batıya sıçramış akrabası lut (“la aud”) da biraz böyledir.

Bizdeyse, ud çalan ve tanbur çalan birinin lavta da çalması bir hayli kolay olduğu için büsbütün unutulmasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Ama bu onun da kanun, ney, tanbur veya kemençe gibi olmazsa olmaz sazlar arasında olduğu anlamına gelmez.

Murat Bardakçı’yla bundan böyle ilgilenmeye niyetim yok. Çirkin sözlerle saldırdı. Tarihin birtakım girift sorunlarına âşina olmayan insanların kabul edebileceği iddialarda bulundu. İddialarının ve saldırısının gerçeklikle ve düşünce namusuyla (“arkadaşım gezisine gitmiş... bana anlattı ki...”) ilgisini göstermek için bunların yazılması gerekli oldu. Yazıldı ve bitti. Bu kafadarlar, bana İngiliz filologu olduğumu hatırlatmaktan hoşlanırlar. Ben de, Bardakçı’nın saldırısını, kendi alanına çekilerek, Shakespeare’den bir alıntıyla bitireyim: It is a tale told by an idiot, full of sound and fury, signifying nothing.

http://www.medyatava.com/haber.asp?id=54169